Yazı kategorisi: Okul Dönemi - 7+, Okul Dönemi - 9+

Dev Fanuslardan Gizemli Bahçelere Açılan Kapı: Çarpık Ev

Okurun kitapla kurduğu bağın zamana yayılışı, yıllar içinde dönüşmesi hakkında çok fazla söz söylenmiştir muhakkak. Kıymetli olanın hayatın farklı devirlerinde okunsa da hep aynı tadı veren kitaplar olduğunu söyleyenler olmuştur. Asıl güzelliğin, kitabın anlamlarının okurla birlikte büyüdüğünü görmek, her okumada farklı şeyler düşünmeye kapı aralamak olduğunu savunanlar da az değildir muhakkak. Kitapla okurun devirleri arasındaki ilişki, yeni okuma hâlleri üzerine çok söz vardır hasılıkelam fakat ben bu yazıda onlardan birine atıfta bulunmak yerine, Çarpık Ev ile bağımı anlatacağım. İnsan değişir, kent değişir, dönem değişir. Peki ya çocukluk?

Çarpık Ev’in adresi Saksağan Sokak. “Saksağan Sokak’ta hava henüz aydınlamadan uyanırdı çocuklar.” da kitabın ilk cümlesi. İkincisine geçmeden sokağa adının konulduğu an üzerine düşünmeye başlıyorum. Hayal bu ya, yıllar yıllar evvel, ellerinde açılıp kapanmaktan, dağ bayır gezinmekten yıpranmış kahverengi ciltli, kalın defterler taşıyan beş memur yorgunluktan bitap halde geliyor sokağın köşesinde. Tüm gün mahalledeki sokaklara isim bulmaya çalışmışlar. Bazı sokakların kaldırım taşları kırık dökükmüş, harap olan ayakkabılarının acısını çıkarmaya yeminli gibi Testere demişler sokağa. Bir diğerinin köşesindeki çeşmeyi görünce çok sevinmiş, hızlı adımlarla varmışlar yanına, açar açmaz… Giysilerinin hâline bakmışlar öfkeyle ve hiç de yaratıcı olmaya gerek duymadan yazmışlar deftere: Çamur Çeşme Sokak. Gün boyu peşlerini bırakmayan aksiliklerden konuşa konuşa varmışlar bizim sokağa. Upuzun, yeşil ağaçlar arasında koşturan kedi köpekler, dallardan yükselen kuş cıvıltıları, bahçelerde gülüşmeler…. “İşte!” demişler, “Son sokakta döndü talihimiz. Huzuruna yaraşır bir ad bulmalı bu sokağa.” Cıvıltılar kulaklarında, açmışlar defterlerini, sırayla okumuşlar civardaki sokaklara verdikleri kuş adlarını. “Saksağan!” diye bağırmış içlerinden biri. “Saksağan boşta!” Neşeyle ışıldamış yüzleri, bir bahçe duvarına yaslanıp sokağın seslerini dinleyerek unutmuşlar o gün başlarından geçenleri. Yıllar geçse de değişmemiş Saksağan Sokak, kaldırımlarında aynı sesler yankılanırmış hâlâ. Hayal bu ya…

Hayal bu, evet, çünkü ikinci cümlesi şöyledir kitabın: “Şehrin bir ucundaki evlerinden diğer ucundaki okullarına gidecekleri için, bavul büyüklüğündeki çantalarını akşamdan hazır ederlerdi.” Göğü delen binaların bir örnek dairelerinden çıkıp koridorlarında bir örnek gezindikleri okulları ile ailelerinin yatırım tavsiyesi olarak gördüğü kurslar arasında mekik dokuyan çocukların hayatı anlatılır sonraki cümlelerde. Evlerdeki hane tipi fanuslardan steril, şeffaf, sürprizsiz kaydıraklarla daha büyük, daha kurallı, dev bir fanusa doğru akan çocuklar hayal edin. İşte bu, onların hayatı. Maalesef çoklar ama Saksağan Sokak’ta oturanların adını öğrenmekle başlayalım: Melisa, Batu, Elif Su ve Kuzgun. 

Kuş cıvıltılı hayallerden sonra ilk sayfada bu gerçeğe toslamak üzüyor beni ama üzüntüm belli ki uzun sürmeyecek. Sokağın sonundaki bahçeli evin sakinleriyle tanışıyorum hemen çünkü. Müzeyyen Hanım ve torunu Peyami, üstlerine çöken gökdelen gölgeleri arasında bile mutlular, bahçesi, pencere pervazlarıyla onlarca hayvana yuva olan evlerinde. Yanı başlarında servis saatleri, kahvaltı düzenleri, okul sonrası rutinleri; akışı belli kısa sohbetleri, kontrol amaçlı göz göze gelişleriyle bir cetvelde ikâmet eder gibi yaşanan hayatlara karşı, neşeden, huzurdan, bir aradalığın gücünden adeta cıvıldıyor bu eski püskü, çarpık ev! Ama okur üzüntümü dağıtan sadece bu evin sesleri değil. Düzenin şaşmaz neferlerine dönüşmüş yetişkinlerin kurallarına, dayatmalarına, çok kazançlı,‘itibarlı’ gelecek pazarlamalarına karşı merak, hayal gücü ve kabına sığmama ormanı çocukluk çok yaşasın, yüksek binaların çocukları, bu eski eve dikkatle bakıyor! Özgürlük alanları servis kapısından site kapısına dek birkaç adımla sınırlı, günleri hep önceden planlı, arkadaş listeleri ana babadan onaylı bu çocuklar için sınırları kalın boyalarla çizilmiş pencerelerinin dışına bakma cesareti göstermek ne keyifli şeydir… Belki de cesaretten çok merak, hatta evi rüyalarında görüp durdukları için çözülmesi gereken bir gizem. Yaşam tarzları tıpatıp aynı gibi görünse de birbirlerine hiç benzemeyen Melisa, Batu, Elif Su ve Kuzgun için, gece rüyalarında gündüz meraklarında gezinen çarpık evin gizemini çözmek demek, tıpkı bir polisiye romanda gezinir gibi, adım adım ilerlemek demek. Önce dakikası dakikasına hesaplanmış günlük programlarını esnetmek, sonra komşu binaların çocuklarıyla tanışmak için planlar kurmak ve sırayla evi gözleyip notlar almak. 

Sırayla bakıyorlar çarpık eve, odalarından en rahat gördükleri açıyla. Peyami, Müzeyyen Hanım’a “Biz tuhaf mıyız babaanne?” diye sorarken, gözlerinin önündekini göremeyecek kadar uzağa bakmayı öğrenmiş gökdelen çocukları gördüklerini yazıp çiziyor. Uzun gözlemlere dayanan notlar ayrı ayrı yeterince bi’ garip ama aynı masaya yayıldıklarında büsbütün garipleşiyor işler. Laboratuvar beyazı hayatları buluşma saatlerinin heyecanıyla renklenen dörtlünün notları, değme fantastik öyküye taş çıkaracak nitelikte: uçan marullar, evde gezinen filler, ışık saçan bedenler… Eh, bunca gizem taşı bile yerinden oynatır elbet ama çocukların da hakkını teslim etmeli. İçine sıkıştırıldıkları çemberde uyumla koşturur  görünseler de çocukluk yetişkin cetvelleri ile hizaya gelecek türden bir oluş değil, işte böyle küçücük bir merak, bir soru, bir oyun, bir arkadaş, heybeye dolan azıcık heyecan, belki neşe, onu uykusundan uyandırmaya yetiyor. Çocuklar korunaklı site duvarlarından öteye, sokağa doğru adımlamanın, gizemli bahçelerden içeri süzülmenin bir yolunu buluyor işte. Melisa, Kuzgun, Batu ve Elif Su, Peyami ile Müzeyyen Hanım’ın bahçesine girmeye karar verdiklerinde başlıyor maceranın hası. Köpek havlamaları, kuş sesleri, “zil, şal ve gül” arasından köklü bir örgütün şifreli konuşmalarını işittikten sonra hayat eskisi gibi akabilir mi sahiden?

Çocuklar duyduklarıyla ne yapacak? Korku her duygudan baskın mı? 1962’den beri süren ne? Çarpık evdeki robotun akıbeti sırrı? Sokaktaki tüm çocuklar tehlikede mi? Şifreli konuşmaları çözmek mümkün mü? Feride Bakkaliyesi neresi? Şen şakrak Müzeyyen Hanım sahiden çok tehlikeli bir örgütün yöneticisi mi? Cesaret bulaşıcı mı? Peki ya Peyami, onu kurtarmalı mı yoksa ondan kurtulmalı mı? Ve… Şu kadarcık eve fil sığar mı? 

Çarpık Ev, bir çağ öyküsü. Evlerin göğe uzandığı, şehirlerin dışındaki parlak binalarda bir örnek ve hep kendine dönük çocuklar üreten okulların rağbet gördüğü, ana babaların daha fazla kazanmak, daha fazla başarmak ezberlerleriyle hep vakitsiz olduğu, çocukların dünyayı kendilerine biçilen sınırlardan izledikleri, belirsiz bir gelecekteki başarı kurgularına köle edildiği, hayvanların sığınacak bahçeler aradığı, sokağın kentten çekilmeye başladığı, kendisine benzemeyeni tehlikeyle yaftalamanın öngörü sayıldığı bir çağın. Kelime oyunlarına düşmeden söylemeli, çağlayan bir çağın öyküsü. Kitabın ilk baskısını yaptığı 2012’den bugüne dek geçen süre, insanlık tarihini düşününce kısacık bir zaman dilimi fakat ne çok şey yeniden kuruluyor. Melisa, Batu, Elif Su ve Kuzgun’un yaşam standartlarına erişmek artık çok daha güç ama eğitim sisteminin geçirdiği dönüşüme paralel olarak çocukları özel okula göndermek, dişten tırnaktan artırılarak dâhil olunması gereken zorunluluğa dönüştü pek çok aile için*. O yıllarda sınırlı bir topluluk tarafından deneyimlenen organik beslenme, iyi yaşama tutkusunun adı artık dilden dile şarkı olsa da gıdaya, hele iyisine erişmek milyonlar için her geçen gün daha büyük bir mesele. Şehir merkezlerinde yaşayabilmek türlü nedenle imkânsızlaşırken güvenli siteleri alışveriş merkezleriyle il sınırlarında bitiveren “konforlu yaşam alanları” yeni merkezler olarak kurgulandı. Hayvanların, sayıları her gün azalan bahçelere sığınması bile fazla görüldü, toplu hayvan katliamlarının seyircisi kılındık. Çarpık Ev’i yıllar sonra yeniden okurken gerçek kurguya sızdı. Yok dedim, bu insanları o sokakta barındırmazlar, hele kentsel dönüşüm yasasından sonra mümkünü yok…. Şaka değil, gerçekten düşündüm bunu. Kent(ler)in dokusu değişirken çarpık ev orada öylece durur mu sahiden? Peki benim eski bir arkadaşla karşılaşır gibi neşeyle başladığım okumama sızan bu gerçek, sarsılmaz bir umutsuzluk mu sunuyor sadece? 

Kitap tekerlemeler, sözlüklerde usulca yaşlanan kelimeler, radyo tiyatroları, koro konserleri; kuş, kedi, köpek sesleri arasından selamlıyor okurunu. Saksağan Sokak’ta birbirinin aynı binalarda yaşayan ama kendilerine benzeyene dahi temas edemeyen, çocukluğundan yalıtılmış bir grup çocuğun, adı, ailesi, evi, oyunları onlara hiç benzemeyen bir başka çocuğu; çocukluğu keşfedişi. Bir bahçeyi gözlerken duydukları heyecanın doğdukları günden beri yaşam diye belletilmiş rutinlerin sıkıcılığına galip gelişi. Kendilerinin planladıkları zamanları, sadece paşa gönülleri öyle istediği için kurdukları hayalleri bile yokken, eski bir evin gizemini çözmek için dakikalar yarattıkları, planlar kurdukları, risk aldıkları yeni bir düzen kurmaları. Kendilerinden başkasını düşünmemenin öğütlendiği hanelerden çıkıp bir arada hareket etmeyi, cesaret ve sadakâti; arkadaşlığı öğrenişleri. Gözlemlemeyi, parçaları birleştirmeyi, iz sürmeyi, merak ve gizemin büyüsüyle, bazen korkup bazen kıkırdayarak, üst üste koyuşları. Rüzgârlı bir gecede sokağı izlemek, hayvanların dilinden anlamak, son sürat koşan insanların hikâyelerinden konuşmak gibi tutkuları olan Peyami ve Müzeyyen Hanım’ın herkesin her şeyleştiği çağa benzememeye direnişi. İnsanın her döneminin verimli yetişkinliğe hazırlıkla kodlandığı çağda çocukluğun, çocukluğa özgü merak, neşe ve hayal gücünün her daim yeniden yeşermenin yolunu bulacağını bilme hissi. “Bilhassa çocukları mutlu eden” öykülerin süreceğinin fısıltısı. Çocukluğun; bilmeye, tanımaya, adımlamaya, büyümeye duyulan sonsuz merakın bir yolunu bulup beton bloklardan taştığını bilmek, umutsuzluğa kapılmamak için çok kıymetli bence. Ve bu umudu, bugünün çocuklarına/insanlarına yabancı olan geçmişi, ona özleme sıkıştırmayıp bilinip tanınandan farklı yaşam biçimleri de olduğunu anlatmak için kullanmak daha kıymetli. 

Soruyu sorarken geçtiğimiz 13 yılda değişenlerden söz ettim, insanca olandan hızla uzaklaşıyor olmamız, geçmişi daha iyi, daha muteber kılmıyor. Bugünlerimiz de yakın geleceğimizden daha iyi olacak büyük ihtimalle ama biliyoruz ki, insanca olan -belki bir bahçede ama muhakkak- direnecek bir alan kuracak ve çocukluk bastırıldığı fanustan hayata sızmanın bir yolunu bulacak. Burcu Aktaş, Yenal Bilgici ile Sıfır Sayı sohbetinde, Gizli Bahçe’yi okuduğunda hissettiklerini, kahramanın bahçedeki kapıyı bulduğu anda duyduğu heyecanı hâlâ anımsadığını anlatırken “Çocukluk görünmez kapıları aramakla geçiyor.” diyordu*. Türlü gizeme aralanan kapılar, aklıma Çarpık Ev’i düşürmüştü  dinlerken. Evin sokaktan geçen her yetişkinin aynı gördüğü bahçe kapısı, öykünün dörtlüsü için gizemlerle doluydu. Yeni bir hayatla tanışmanın, hayalin ve keşfin peşinden gitmenin, ancak çocuklukta mümkün olacak büyüme cesaretinin kendisiydi belki. Evet, geçmiş ve geleceğe, umuda ve umutsuzluğa dair söyleneceklerin sonu yok ama sözü çocukluğun aklına gizli kapılar, gizemli bahçeler düşüren kitaplarla yârenliğimiz daim olsun diyerek bitirebiliriz.

Çarpık Ev’i, 2012’de, yayımlandığı ilk günlerde okumuştum. O günlerde çocuk edebiyatıyla ilgim, resimli kitap tutkunu olmamla sınırlıydı. Burcu Aktaş’ın gazeteciliğini ilgiyle takip ediyordum. O ilgiyle bir öğle molasında Kabalcı’dan almış, akşam işten çıkana kadar okumuştum kitabı. Bitirir bitirmez de sosyal medyadan yorumumu yazmıştım Aktaş’a, heyecanla. Okul dönemi kitapları için de bir rafım olması gerektiğine Çarpık Ev ile karar vermiştim, bu yüzden yeri apayrıdır bende.

Yazının tek görselinin kitapla kurulan bağı anımsatan andan olması tesadüf müdür?

Yıllar sonra başka bir şehrin sakiniyken, artık geniş sayılabilecek okul dönemi çocuk kitapları rafımdan çıkarıp yeniden okudum, yeniden çok sevdim Çarpık Ev’i. Yaz ortasıydı kitabı yeniden okuduğumda, yazıya da o günlerde başlamıştım ama bazen uzadıkça uzuyor işte… Dosyayı her açışımda kitaba yeniden göz attım ve her seferinde bende uyanan eski bir arkadaşla karşılaşma hissinin kaynakları hakkında düşündüm. İnsanın bir ânına, dönemine, hayaline, kararına şahitlik eden; hafızada bir yere değen kitaplarla bağı bambaşka oluyor. Benim Çarpık Ev ile bağım böyle işte. Bunca yıldır hakkında yazmaya başlayamayışımın, başladıktan sonra yazıyla cebelleşmemin, yazdıklarımın asla içime sinmeyişinin sebebi de bu bağın hakkını verememe kaygısı sanırım. Ama işte, yazdım sonunda ve Çarpık Ev, Bu Kitabı Çok Sevdim arşivinde. 

Çarpık Ev’in yeni baskıları Redhouse Kidz tarafından yapılıyor ve çizimleri Burak Akbay’a ait. Bende kitabın ilk baskısı olduğu için görselleri ekleyemiyorum maalesef. 

*Okul dönemi çocuk edebiyatında mekân ve aile kurgularının milyonlarca çocuğun gerçeğiyle örtüşmediğine dair fikrimden Oggito’daki yazımda uzunca söz etmiştim. Dileyenler göz atabilir:  https://oggito.com/icerikler/-bilenler-bilmeyenlere-soyle-anlatacak-dur-bakalim-petek/69250

“Bilenler Bilmeyenlere Şöyle Anlatacak…: Dur Bakalım Petek”, Işıl Kızılırmak, 18.06.2025, oggito.com

**Çocuk Ne Okur, Nasıl Okur ve Biz Neden Çocukluğu Hatırlamalıyız? Sıfır Sayı, Yenal Bilgici,  18 Haziran 2025. 

Burcu Aktaş çocuk kitabı önerisinde eşit ilişki kurmaktan nitelikli yayıncılığa dek pek çok yere temas ediyor yayın boyunca. Çocukluk, çocukluğu hatırlamanın kıymeti ve bugüne devri, çocuk kitaplarında hayal gücünün yeri, çocuk edebiyatında sansür konusunda söylediklerini ilgili her okurun dinlemesini çok isterim. Bana başka yazılarda referans da olacak, zihnimde dolaşmaya devam eden sorular bıraktı dinlediklerim. Yayın boyunca adı anılan kitapların peşine düşmenin, kuşakların okuma deneyimlerini dinlemenin de çok keyifli olduğunu düşünüyorum. Bu bölüm, iyi sayılabilecek bir Sıfır Sayı dinleyicisi olarak benim en sevdiklerimden çünkü alanlarında çok başarılı iki insanın “ben”i öne çıkarmadan olanca mütevazılıklarıyla  sohbet edebildiklerini duymak bana çok iyi geldi. Hem bu yayın hem de tüm Sıfır Sayı bölümleri, henüz dinlememiş olanlara, gönülden ve naçizane tavsiyemdir. 

Yorum bırakın