Bu Kitabı Çok Sevdim yaklaşık bir yıldır sessizdi. Yazamadım. Boşlamaktan, vakitsizlikten falan da değil üstelik saf inanmışlıktan… Bu alanın bir müddet sonra ‘ben’ olmasından sanırım; burada gülümsemem, özgürleşmemden. Ve işte o direnmeye çabaladığım karanlık sonunda beni de yakaladı. Bambaşka yerlerden doğru olanda durdum, ürettim, direndim bu bir yılda. Hayatımı hayal ettiğime çok yakın bir yere getirdim mesela. Sınırsızca düşünmemi sekteye uğratan bir takım yükümlülükleri ötelemeye çalıştım; derin soluklar almanın uzun uzun hayal kurmanın hakkım olduğunu kavramaya başladım, kedileşmeyi öğrendim bir yandan… Akacağım yatağı buldum sonra, orada donanmanın yorgunluğu bile tatlı geldi. Aklımda ne çok şey biriktirmişim yıllardır da hiç fark etmemişim diye hayıflandım. Kendim denen şeyin sandığımdan başka bir tarafları varmış, onlarla tanıştım. Tüketmedikçe daha az tükendiğimi de öğrendim, bunu derinleştirmeyi arzuladım. Çok öfkelendim sonra, fena kederlendim; iliğime kadar… Elimden geldiğince, bildiğimce insan kalmaya, daha da insanlaşmaya çabaladım. Başka bir sürü şey yaptım yani bu bir yılda, büyük kısmı da yanıma kar kalacak keyifli şeylerdi. Ama Bu Kitabı Çok Sevdim’ i yazamadım. Çünkü burada ben ağız dolusu gülünecek günlerin de elbet geleceğini bildiğimden yazıyordum en yalın haliyle; o umutla devinerek. İnsanız, bazen yıkılıyoruz. Ve bunca inandığım şeyi içimdeki o acı tortuyla devam ettiremedim. Çok oturdum yazmaya, yazamadım; okunmamış bir kitap buldum devam edip sonlandırmadım. Sırf burada yazı olsun diye yazmayı da sindiremedim açıkçası, bunun için zorlamadım kendimi. Güzel yerlerden tutulan bir iki dal kaldı elbet ama berbat bir yıldı. Çocuklar öldü, öyle çok öldü ki; değil isimlerini sayılarını bile aklımda tutamaz oldum. Onulmaz acılar tattım, toprağa gücüm yetmedi ve işte tam da bu yetmezlikten, her şey anlamını yitirdi. Arada sevgilim geldi, dedi ki “hala bir sürü insan eski yazılarını okuyor”. Dedi ki, “ama yazmalısın, çocuklar bunları okumalı”… Mesela az evvel ben tekrar yazacak cesareti bulunca da dedi ki “yaşamalarını sağlamaya gücümüz yetmiyor evet ama yaşayanları güldürmek borcumuz olsun”. Ben bu bir yılda gülümsememi kaybetmiştim. Bir kalbim var, doğal. İşte, tam da bu yüzden benimle aynı dertten mustarip bir kızla kesişti bu gece yolum ve Nilüfer’in Gülümsemesi’ ni aramaya çıktık.
Nilüfer saçı başı karmaşık bir minicik kız. Bir sabah uyanıyor, bir de görsün gülümsemesi ortalarda yok. Oyuncak tamam, kalem tamam, ne bileyim ayakkabı da kaybolabilir; hepsine amenna. Ama gülümseme bir anda siliniverdi mi yüzden, ne yapmalı? Üstelik Nilüfer, kendisininkiyle birlikte oyuncaklarının gülümsemesini de yitiriyor. Etraf, pür keder. Arıyor, tarıyor; kaldırıp indiriyor sağda soldaki eşyaları: Yok! Çizdiği resimler bile mutsuz görünüyor gözüne. Madem gülümseyememek kötü hissettiriyor; bir yerden başlamalı bu gidişe dur demeye diye düşünüp resimlerine rengarenk gülüşler ekliyor. Annesine, babasına, bulutlara, kedilere… Elinin değdiği yere bir gülümseme bırakıyor Nilüfer. Gülümseme yayıldıkça yayılıyor, yayıldıkça yayılıyor ve nihayet gelip onun yüzünün ortasına ilişiveriyor.

Öyle ya insandık; neşeyi elden ele büyütürdük. İşte Nilüfer, bizim koca koca boylarımızla tutamadığımız örtüleri minicik elleriyle yırtıp attı. Çünkü gülümseyememek ne kötüydü. Nilüfer’in Gülümsemesi kısacık ve derin bir öykü. Beni kolumdan tutup bu masaya oturttu işte; çok naif, çok duru ve gülümsemesi yitiren ben gibi onlarca insanın içindeki teli titretecek kadar güçlü.
Nilüfer’in Gülümsemesi Akram Ghasempour tarafından yazılıp, Nasim Azadi tarafından resimlenmiş; Fulya Alikoç’un çevirdiği kitap Evrensel Çocuk Kitaplığı’nca yayınlanıyor. Yazar ve çizerin birlikte çalıştıkları diğer kitapları da en kısa zamanda edineceğim. Ve Nasim Azadi ‘nin çok keyifli işlerine göz atmanızı tavsiye ederim.
Geri dönmenize sevindim, ben de yazılarınızı keyifle okuyorum 🙂
Merhaba Esra Hanım,
gecikmiş teşekkürlerim ve arayı bir daha bu kadar açmamak sözümle,
sevgiler.