Mart aylarında Bu Kitabı Çok Sevdim’de çocuk kitaplarında toplumsal cinsiyet teması var 2017’den beri. Bedene yazılı kurallara, renkleri, zevkleri ve hatta hayalleri ayırmakla görevli sınırlara, böyle gelmiş böyle gider sanılan toplumsal akde nanik yapan kitapları selamlıyoruz. Köşe taşlarına basan kahramanlarıyla, bildik sonların yamacından geçmeyen hikâyeleriyle içime gökkuşağı dolduran kitaplardan söz ediyorum bu ay.
Önceki yıllarda mağara duvarlarına hayatını çizen Ina’dan, hüngür hüngür ağlayan süper kahramanlardan, hakları çerçeveye sığdırmaya çalışanlara bir çift sözü olan çocuklardan söz eden kitaplar konuk olmuştu bu siteye (hepsi için tıklayınız: çocuk kitaplarında toplumsal cinsiyet). Bu yılın ilk konuğu ise, cebindeki ‘bilgi’yi yüksek sesle tekrar etmeyi yanıtın kaynakları üzerine düşünmeye tercih edenlerin meşhur sorusunu bu taraftan görmek için geliyor: “Neden hiç büyük kadın bilimci yok?” Yahut, “Neden bir elin parmağını geçmez sayıları?” Sorular bu şekilde çeşitlendirilebilir ya da kadınların buluşları, çalışmaları itinayla küçümsenebilir. Aslına bakarsanız bu sorunun aslı bilimde yankılanmaz. Neden hiç büyük kadın sanatçı olmadığı sorulur sıklıkla, ki bu soruya yanıt veren ne de güzel metinler kaleme almıştır kadınlar. Kadınların hangi ‘büyük’ romanı yazdığı sorulur, hangi ‘önemli’ resmi yaptığı, hangi ‘meşhur’ senfonide imzalarının olduğu. Büyük, heybetli, etkili her ne varsa erkekler eliyle yaratılmıştır bu soruyu soranların zihninde, dedim ya bu bir soru da değildir çoğunlukla, muhatabına bir aydınlanma anı bahşetmeyi görev bilmişlerin kendi sesini çoğaltma hamlesidir, en fazla. Kadınlar sanatın alanına sıkıştırılır ama, (öyle ya, kadın duygusallıktır, erkeklik akılla donanmışlık!) orada da öyle anlı şanlı bir gelişme kaydedemedikleri vurgulanır. Bu, soranın parmak sallama seansına döneceği aşikâr sorunun bilim ile birlikte kullanımı yakın zamanın ürünüdür yani. Bilimi yanına adamlığı katmadan iş haline getirebileli ne kadar oldu diye düşünmez bunu soranlar, kadınların ne zaman eğitime erişebildiğini ya da hâlâ dünyanın bir dolu bölgesinde temel eğitim basamaklarına ulaşmanın kız çocukları için nasıl imkânsız olduğunu, kadınların varlıklarını, üretimleri ispat için ne çok uğraştığını da… Evet, varlığını ispata uğraş, meselemiz hâlâ budur. 1840’larda üniversitede sadece dinleyici olabilen kadınların 2000’lerdeki torunlarının bilgisayar mühendisliğinden söz ederken Ada adını duyduklarında akıllarında bir şey canlanmaması pek de şaşırtıcı olmuyor bu durumda, hele ülkemizde eğitimin niteliği göz önüne alındığında.

Ada, bir küçük kız. Okula gidemiyor çünkü kızların okula gitmesi o günlerde kabul görmüyor. Dikiş dikmek mesela, kadınca bir iş ve kız çocuklarına belletilmesi gereken de bu, dünyayı anlayıp yorumlamaya çalışmak değil. Biraz varlıklı bir ailenin çocuğu olarak geldiyseniz dünyaya, şartlar biraz daha iyileşebilir belki, sanatla haşır neşir olmanız desteklenir, hatta bu alandaki -sınırları gayet net çizilmiş- başarınız ailenizin gurur vesikalarından birine dönüşebilir; iyi bir icracı olmanıza, dost meclislerini notalarınızla şenlendirmenize kim mâni olabilir? Yoksul ailelerin yoksul kız çocukları için durumun nasıl ağırlaştığını gözünüzü azıcık Batı’dan öteye çevirdiğinizde daha da net görebilirisiniz, üstelik bunun için uzağa gitmeye bile gerek yoktur, bugüne bakabilirsiniz. Ada’nın yaşadığı güzel eve dönelim yeniden. Ada yaşıtı kız çocuklarından çok şanslı, sadece varlıklı değil bilgiyle ilişkisi sıkı fıkı bir ana babaya sahip çünkü. Hatta mesleklerin cinsiyetlendirilmesiyle taa o günlerde derdi olan bir ev burası. Annesi Annabella Milbanke matematikle ilgili konularda çalışırdı, babası Lord Byron ise meşhur bir şairdi. Ada babasından da öğrendi, farklı sanat dallarıyla da ilgilendi ama biz yeniden annesinin odasına doğru çevirelim gözümüzü. Ada, etrafındaki diğer kadınlara pek de benzemeyen, sayılarla, hesaplarla, buluşlarla uğraşan bir anne gördü (elbette, bu da bir imkân hatta ayrıcalık meselesiydi, bir kadını diğerinden daha ileriye taşıyan zekâ ya da yetenekle ilişkilendirilen kendiliğinden oluşlar değildir, önümüze dikilen engelleri aşmak için hangi araçlara sahip olabildiğimiz de çok önemli bir ölçüttür) ondan öğrendi. Annesi de onun eğitimini çok önemsedi, Ada’ya haritaları, hayvanları, makineleri, bitkileri öğreten öğretmenleri oldu evde. Düşünerek, hesaplayarak, okuyarak, hayal kurarak büyüdü Ada ve günün birinde öğretmeni ve dostu Charles Babbage ile keşfettikleri şey dünyamızı değiştirdi. Bilgisayar programcısı dendiğinde aklımıza düşen, ekranın ardında saçı başı dağılmış, gözlüğü kaymış, klavyeyi ona kızgınmışçasına kullanan -mutlaka erkek- imgesini unutalım hep birlikte. Ada Lovelace dünyanın ilk bilgisayar programcısı! Kodların sınırsızlığı üzerine kurduğu hayaller bugün gerçek oldu, Ada Lovelace Günü bilim ve teknoloji alanında çalışan kadınların onuruna kutlanıyor ve pek çok kız çocuğuna ilham oluyor.

Bitirirken yeniden dönelim en başa. “Neden hiç kadın bilimci yok?”, “Neden kadınlar bilim yapamıyor?” Katıksız eşitlik hikâyesini bir kenara bırakalım, kadınlar yaşıtları erkeklerle eşit eğitim alamıyor, kız çocukları bir dolu bölgede hâlâ temel eğitim basamaklarına ulaşmada ciddi sorunlar yaşıyor, belli bir yaştan sonra, özellikle ergenlik dönemlerinde, okulla ilişkileri kesiliyor, sınıf farkı kızların eğitime erişiminde daha belirgin kısıtlar yaratıyor, bu farkların görece ortadan kalktığı durumlarda da yaygın kabuller, toplumsal cinsiyet rolleri yine devrede, kadınların bilimdeki başarıları ispata mahkum hâlâ, kadın akademisyenlerin maruz kaldığı zorbalıklara, çalışmalarının hiçleştirilmesine karşı mücadelelerine her gün tanıklık ediyoruz. Bu mücadelede adınızı koruyabilmek biraz da etrafınızdaki kalkanla ilişkili hatta. Ya da şöyle sormalı belki, Ada’nın başarısı sadece çalışmalarının sınırsızca destekleniyor oluşundan mı? Yani adının ardından soyadı da işitilmese ürettiklerini bir erkeğin adıyla anma ihtimalimiz neydi?

“Neden hiç büyük … kadın yok?” Evet, trafik kazalarının sürücünün kadın olma olasılığı ile ilişkilendirildiği bir dünyada yaşıyoruz ve hayatın her alanında sadece kendimiz için değil her bir kadın için de düşünüp üretiyoruz, ne mutlu her birimize. Adımızı kolayca bulmadığımızı biliyor ve erkekliği yüceltmenin aracından fazlası olmayan bu sorulara gülüp geçiyoruz. Vardık, varız, var olacağız.

Ada Lovelace ve Sayıların Başını Döndüren Makine, Ada’nın, bir kadın öncünün hayatını anlatıyor. Onu mini mini bir kız çocuğu iken görüyor okuru ilkin, nasıl resimler çizdiğine, neler gördüğüne, nasıl düşündüğüne tanıklık ediyor. Öğretmenleri ile neler çalıştığına kulak kabartıyor, büyüyünce Charles’ın hayalindeki makineyi bir öğrenen makineye dönüştürmeyi nasıl başardığını öğreniyor. Ada’nın zihninde dönenlerin zamanla nasıl somutlandığına şahitlik ediyor, bilginin nasıl üretildiğini kavramak anlamına da geliyor onunla adımlamak. Halıların üzerinde, pencerenin kenarında çalışan, okuyan, çizen bir kız var bu kitapta. Ve hep neşeli. Düşünmenin, tartışmanın, denemenin, hesaplamanın asık yüz ifadelerine yakıştırıldığı yerde gülümsemesi keşfettikçe büyüyen bir kız, bir genç kadın. Ada Lovelace ve Sayıların Başını Döndüren Makine, sayılara, kodlara, dünyaya daha yakından bakmaya davet ediyor okurunu hem de dondurmalardan söz eden mektuplar ve her köşesinden hayvanların fırladığı çizimlerle. Kitabın sonunda Ada ile Charles’ın hayatını ve Ada Lovelace Günü’nün önemini anlatan bir bölüm de yer alıyor. Kitap Zoë Tucker tarafından yazılıp Rachel Katstaller tarafından resimlenmiş. Itır Arda’nın çevirdiği kitabın yayıncısı Koç Üniversitesi Yayınları.